top of page

Türk önyargısı ve permakültür

2012

Az önce ortaklaşa ekilen bir şehir bahçesini ziyarete gittim. Bahçe permakültür mantığına uygun olarak ekiliyor. Geleneksel tarımın bir adım ötesine geçen, toprağı, suyu, bitkiyi ve bunlarla devinen tüm canlıları akıllıca, yeni bilgiler ışığında kullanan, daha doğrusu bu farklı canlılar arasındaki ilişkileri bir mühendis aklıyla manipüle eden bir tarım metodu permakültür. Etterbeek’te tren yolunun hemen kenarında, Paris’in HLM konutlarına benzeyen dev apartmanların ayak altındaki bu bahçe önce hüzün verdi bana. Doğa burada, insan tarafından geri dönülmez biçimde ehlileştirilmiş bu şehir artığı yerde hayat bulmaya çalışıyordu yeniden.

Girişi bulmam zor oldu, adresi bulmam zor oldu, son derece insansız bir yerdeydi bahçe. Apartmanlar vardı tabii, arabalar, kocaman bulvarlar da vardı, ama herkes ya evinde ya arabasındaydı, adres soracak bir kişiyi bile bulamadım etrafta. Otoyolların insan ilişkilerini nasıl şekillendirdiğinin güzel bir örneğiydi. Sadece otoyolları değil, tüm alanı nasıl düzenlediğiniz, orada yaşayan veya oraya yolu düşen insanların kaç kişi göreceği, kaç kişiye iyi günler diyeceği veya kaç kişiye gülümseyeceği konusuyla birebir alakalıydı. Sosyal bir hayvan dediğimiz insanın, bugün, gelişimin en üst noktası kabul edilen Batı ülkelerinde, koca bulvarla ve göz korkutan binalarla birbirine uzak düştüğünü görmek aklıma bir tek soru getiriyor: bu gerçekten istediğimiz bir şey mi?

Sonunda bahçeyi buldum. Orada da kimsecikler yoktu. Bırakıp eve dönmek istedim. Giriş kapısı açıktı. İçeri girdim. İlerde hareket eden bir siluet gördüm. Uzaktan ona baktım. Michel olmalıydı. Beni buraya davet eden kişi. Yolladığım 20 mailden 3-4 tanesine cevap gelmişti, ve Michel beni hemen davet eden ilk kişi olmuştu. Onu görünce korktum. Eski model bir mantosu, krem rengi kalın fitilli kadife, kendisine çok kısa gelen bir pantolonu ve bahçede çalışmaya hiç de uygun olmayan mokasen ayakkabıları vardı. Beresi umarsızca uzamış saçlarının bir kısmını örtüyordu ama sakalları, ve karmakarışık kaşlarıyla yine de son derece bakımsız görünüyordu. Avurtları mı çöküktü yoksa elmacık kemikleri mi haddinden fazla çıkıktı, anlayamadım. Hangi olursa olsun, zayıf bir yüzü vardı. Garip renkli gözleri içeriye göçüktü ve insana korku veriyordu. Michel, aklımda canlandırdığım sağlıklı, elma yanaklı insan değildi. Daha çok bir evsize benziyordu. Bana saldıracağını, tecavüz edeceğini, kafama oracıkta duran küreklerden biriyle vuracağını düşündüm. Burada bu halde ne yapıyordu? İşsiz güçsüz insanların-söylene bak-kendilerine bir ciddiyet havası vermek için trafikteki arabalara dur geç yapması gibi bir şey miydi burada oluşu? Bunu kendine iş mi edinmişti? Buraya bedava yemek için mi geliyordu? O da tıpkı kargalar ve saksağanlar gibi buranın bir yemek kapısı olduğunu anlamıştı, gelip gittiği bu bahçeden baharda yemek bekliyordu anlaşılan. Bunları düşünmemeye karar verdim. Bu Türk usulü önyargıları bir kenara bırakmalıydım. Michel doğru düzgün konuşan, bana tecavüz etmek ya da kürekle kafamı patlatmak gibi bir niyeti olmayan bir insandı. Zayıftı, saçma elbiseler giymişti ama bu onu bürolarda çalışan insan kaynakları elemanlarından daha deli yapmıyordu kesinlikle. Belki daha bile normaldi. Biraz anlattı, küçük bir bahçeleri var, yan yana dizili bahçelerde herkes başka başka şeyler ekiyor, kara lahanadan armut ağacına kadar. Permakültürün ana prensipleri bunlar: mümkün olduğunca küçük alan, mümkün olduğunca çok çeşit ve hasat, mümkün olduğunca doğanın ritmine uyum. Geleneksel tarım sevdalılarını bile ağlatacak uygulamaları var permakültürün. Toprağın döndürülmediğini öğrendim mesela. Hep öyle bilirdik, toprak nefes alsın diye ters yüz edilirdi. Bunun yanlış olduğunu, farklı derinliklerde yaşayan farklı canlıların oldukları yerde kalmaları gerektiğini söylüyor bu yaklaşım. Biraz konuştuk. Nedense kalmak istemedim. Tamam dedim, görüşürüz. Çıktım. Tramvaya bindim. Hava soğuktu. Dışarıda yine de hayat vardı, insanlar kapılardan girip çıkıyor, kamyonetler kullanıyor, flört ediyor, oradan oraya kutular taşıyor, kuaförlerde saç yaptırıyor, yeni yıl alışverişi yapıyorlardı. Bunlardan ne kadar uzak kalmıştım. İki buçuk yıldır bu kaynaşıp duran aktif ekonominin bir parçası değildim. Bunu özlediğimi hissettim. Bir güzellik salonunda hemen vitrinin arkasında bir adam bir kadına manikür yapıyordu. Daha önce hiç görmediğim bir manzaraydı bu. Bu duruma gelmek için bir toplumun vermek zorunda kaldığı savaşları sıralamaya çalışmak bile yersizdi. Ne kadar çok sınır aşılmış, ne kadar çok burun sürtülmüş, ne kavgalar edilmiş, ne yer yerinden oynamıştı kim bilir. Bir adam bir kadına manikür yapabilsin diye neler neler konuşmuş, düşünmüş ve yazmıştı bu toplum. Evet bu akşamüstü devinen sokakları ve manikürcü erkekleriyle bu toplum gözüme oldukça sağlıklı göründü. Burada olmaktan mutluluk duydum...

 En son  
 yazılar
bottom of page