top of page

Korseli hayatlarımız ve bir türlü bozamadığımız düzenlerimiz

Dizinin son sahnesi. Zavallı kızcağızın kendisini, benliğini, umudunu, yaşam isteğini kapıda bırakıp o karanlık ve boğucu eve girişini izliyorum. Kolun kırılıp da yen içinde kaldığı, kızını dövmeyenlerin dizini dövdüğü bir ülkede bu sahneyi bir dizi olarak izlemek mümkün değil. Kim bilir kaç kadın evlere girdi böyle, karanlık odalara kapandı, kendisini tanımadan, sınırlarını bilemeden yaşadı ve öldü. Çocuk kaldı yani.


Aklıma Hayri’nin sözleri geliyor. ‘Yaşam bir defa’. Yaşamın bir defa olduğunu bile bile, kendi iradesine, içinde bağırıp duran her şeye rağmen, yaşarken ölmeyi kabul etmek, nasıl bir şeydir? Ve toplum, aile, anne, bir bireyden bunu neden ister? Bu telaşın, bu baskının sebebi nedir? Bir anne kızına bunu neden yapar?



Bunun cevabi belli. Dizide korse olarak karşımıza çıkan kontrol arzusu. Toplumun birey, ailenin çocuklar, erkeklerin kadınlar ve kadınların erkekler üzerinde kurmaya çalıştığı, o asla sonu gelmeyen, asla tatmin edilemeyen sahip olma isteği. Bunun da altında yatan şey, asıl canavarımız: korku. Biraz da kibir. Korku, çünkü baskıyı yapanlar da dışarıda nefes alıp durmakta olan hayattan, onun nasıl yaşanacağından, yani kendilerinden habersizler. Kibir, çünkü bu habersizlik cehaleti getirir – insana ‘ben en iyisini bilirim, bu senin kendi iyiliğin için’ dedirtir. Karşısındakinin iradesini, gücünü siler, yok sayar, onu çocuk bırakır. Çocuk kalan birey de sırası geldiğinde başkalarının (en çok da kendi çocuklarının) büyümesini engellemek için elinden geleni ardına koymaz, ‘senin iyiliğin için’ diyerek onlara türlü türlü kötülükler yapar. Hatta bu kötülükler, Feride’nin durumunda olduğu gibi, işkenceye, suistimale ve yasalarla sabit suça bile dönüşebilir. Düpedüz mahkemelik, kriminal bir durumun sineye çekilmesine, normalleştirilmesine yarar. Hatta bu şiddet ve suistimal ‘iyi anne’, ‘fedakar anne’ gibi sıfatların altına gizlenir.


Sadece Feride’nin değil, dizideki her karakterin söylem ve davranışlarında aynı kibir; aynı telaş ve korku var. Hepimizde. ‘Çocuk yaparsan mutlu olursun’, ‘senin evin burası’, ‘senin gidişin gidiş değil’, ‘kendi kendine yapamazsın’, ‘sonra çok pişman olursun’, ‘sana değil başkalarına güvenmiyorum’, ‘erkeklere güven olmaz’, ‘babalar en iyisini bilir’, ‘o senin dengin değil’. Daha binlerce, yüzbinlerce cümle, hepsinin altında aynı korku. Aynı telaş. Hepsinin altında yatan arzu ayni: başkaları için yaşayan insanlar, ebeveynleri için yaşayan çocuklar, sonu gelmez bir kontrol isteği. Sonuç da aynı: bozulmayan düzenler. Sürekli içimizde taşıdığımız korse. Öğütülüp giden, ezilen, yok sayılan benliklerimiz. Ve en önemlisi, hiç sahip olamadığımız, bize hep çok görülen, hata yapma özgürlüğümüz. Anneciğimin buna cevabını duyar gibiyim. Yıllar içinde o kadar çok duydum ki, şüphesiz olarak ne diyeceğini tahmin edebiliyorum. ‘Bazen hatalar o kadar büyük olur ki geri dönüşü olmaz. Bir anne olarak ben seni bundan korumaya çalışıyorum. Her anne baba da bunu yapar, sen de yaparsın, çocuğun olsa beni anlarsın’ diyecek. Ve başladığımız noktaya geri döneceğiz.


Nalan’ın o karanlık eve girmemesini, yüzünü hayata dönmesini, yaşamasını istiyorum. Belki hata üzerine hata yapar, tüm Türkiye’ye rezil rüsva olur, şoförüyle yaşadığı aşk herkesin diline düşer. Verdiği yanlış kararlar sonucunda ağlar, yıpranır, hatta annesini, ailesini kaybedebilir. Ama bunların hepsi Nalan’ın kendi hayatı olur. Hepimizin tartıştığı, bence çok da önemli olmayan bir konuda da kendi kendine karar verir - Hayri’nin onun dengi olup olmadığına yani. Çünkü içinde çırpınmaya başlamış olan öz iradenin nefes almaya devam etmesi ancak böyle mümkün. Uğruna ödenmesi gereken bedellere rağmen, öz irade bir insanın hayatta sahip olduğu en kıymetli şeydir. Çünkü onun yokluğuna biz hayat desek de aslında yaşanmakta olan şeyin hayat olmadığını hepimiz, içten içe biliriz.

Belki de telaşemiz bundandır.

 En son  
 yazılar
bottom of page