top of page

Hep ölen kadınlar.

  • Writer: aptalinsan
    aptalinsan
  • Mar 28, 2021
  • 3 min read

Updated: Apr 3, 2021

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesinden çekildiği saatlerde, 2020 yapımı ‘A Promising Young Woman (Türkçe ismiyle Yetenekli Genç Kadın)’ filmini izliyordum. Film, harika bir film değil ama bu dünyada kadın olmanın ne demek olduğunu basit bir dille anlatıyor. Korkunç bir şiddet olayı herşeyi mahvetmeden önce Nina ve Cassie tıp fakültesinde okumakta olan iki çocukluk arkadaşı ve ikisi de çok parlak öğrenciler. Fakat Nina, bir okul partisi sırasında, diğer erkeklerin gözü önünde, erkek arkadaşının tecavüzüne uğruyor. Olayı fakültenin dekanına şikayet ediyor ama karşısında hepimizin çok yakından bildiği sağır, kör bir duvar buluyor. ‘Kanıtın var mı?’ ‘O kadar içki içmeseydin bunlar olmazdı’, ‘böyle bir suçlama yüzünden genç bir adamın tüm hayatını çöpe atma riskini alamayız’. İnanmazlık, hafife alma ve yök görme. Bu yok görmenin sonucunda Nina gerçekten de yok oluyor. Kendisini mi öldürüyor? Depresyona girip hasta mı oluyor? Bunları bilmiyoruz. Tek bildiğimiz dünyanın kimin ‘mahvedilip’ kimin korunacağı ile ilgili seçimini yapmış olduğu. Bu olayların ertesinde Nina ölecek, ona tecavüz eden ve olayı izleyen onca erkek doktor olacaklar, toplumun saygın bireyleri olarak hayatlarına devam edecekler. İşte Cassie’nin bununla bir derdi var. Çocukluk arkadaşını kaybetmenin, onun maruz kaldığı soğuk, adaletsiz, acımasız adaletin içinde yarattığı acıyı gömüp yoluna devam edememiş. Hayatı rayından çıkmış, tıp fakültesini bırakmış. Bir kafede garsonluk yapıyor. Arkadaşının intikamını almak için barlara gidip sarhoş taklidi yapıyor, yanına yaklaşan erkeklere birer birer haddini bildiyor.




Ana karakter Cassie hariç, filmde neredeyse her kadın, her erkek – hepimizin düşündüğü ya da söylediği şeyleri tekrarlayıp duruyorlar. Ezberlemişler bir kere. ‘Senin suçun değil’ diyorlar erkeğe. ‘Senin suçun’ diyorlar kadına. ‘Yalancı çoban hikayesi’ diyor başka bir kadın: o kadar erkekle düşüp kalkmasaydı, söylediklerine inanabilirdik belki’. Bu cümleler sürekli etrafımızda duyduğumuz cümleler olmasaydı, klişeler bu kadar bariz olmasaydı, bu film bu kadar trajik olmayacaktı belki. Ama ne yazık ki, durum bu. Basitliğinde, acımasızlığında inanılmaz bir taraf var – ama bu hepimizin sürekli içinde yaşadığı gerçeklik. Başka hiç bir insan grubu, kadınlar kadar uzun, sürekli, sistematik baskı altında kalmamıştır diyor kitabında Mona Chollet. Nerede olursak olalım, ne kadar paramız veya statümüz olursa olsun, bir kadın olarak – eziliyoruz. Önce bunun farkına varalım. Ortaçağ Avrupasında kadın düşmanlığının ayyuka çıktığı, sözüm ona ‘cadı’ avlarının köylerde tek bir yetişkin kadın bırakmadığı zamanlardan, burnunuza, göbeğinize, baldırlarınıza kadar her konuda bir yorumu olan günümüz güzellik anlayışına kadar, heryerde, her çevrede, her grupta kadınlar olarak eziliyoruz. Bazen dayak yiyor, yol ortasında bıçaklanıyoruz, bazen zorla babamız yaşında adamlarla evlendiriliyoruz, bazen alınıp satılıyoruz, bazen evli olduğumuz adamın ekonomik ve sosyal kontrolü altında yaşıyoruz, her zaman ama her zaman sokakta yürürken ıslıklar, çirkin sözlere (hatta bazen tükürüklere), cinsel tacize maruz kalıyoruz. Nerede olursak olalım, aynı işi yapan erkek meslektaşımızdan daha az para kazanıyoruz. Birileri habire ‘şunu giyme, bunu takma, bu çok kısa bu çok uzun’ diyerek karışıp duruyor, sanki çocukmuşuz gibi. ‘Kadınlar duygusaldır, o yüzden iyi politikacı olamazlar’ diyor başka birisi. Bir diğeri ‘kadınlar araba kullanamıyor’ diyor. ‘Matematik zekaları, soyut kavrayışları iyi değil’ diyorlar. Bazı kadınlar bunlara katılıyor, başlarını sallıyorlar. Toplantı odalarında, politik zirvelerde kös kös adamlar oturuyor. Fotoğraflarda tek tük kadınlar, hep çekinik. Odaları, masaları, alanları erkekler dolduruyor. Kadının yeri evidir, anneliktir diyor ötekisi. Herkesin kadınların ne olduğu, ne yapması ve nasıl yaşaması gerektiği ile ilgili bir fikri var. Kadınların kendileri hariç. Kendi fikrinizi oluşturmaya kalktığınız anda, size verilen o küçük özgürlük alanından çıkmaya kalktığınız anda – işte o anda sıkıntı başlıyor. Bizim gelenek göreneklerimiz bize yeter, başkalarını taklit etmeye (o ne demekse) gerek yok derken, aslında şunu demek istiyor yüce şahıslar: benim kurallarıma göre oynacaksın. Ben sana vereceğim özgürlüğünü, sınırlarını ben çizeceğim. Burada oyna çocuğum, oraya gitme. Bu çember içinde kal. Bizim geleneklerimiz dediği o. Sanki yüzyıllardın kadınları hapseden aynı gelenekler değilmiş gibi.


 
 
 

Comentários


 En son  
 yazılar
bottom of page