top of page

Semira'nın Hikayesi

Semira Adamu’nun anısına düzenlenen anma toplantısına boğazımda bir ağrıyla gittim. Ya da Semira’nın öyküsü boğazımda düğümlendi, bilemiyorum. Şehrin merkezindeki St.Gudule katedralinin ayaklarının dibinde, etrafını saran sokaklar arasında küçücük kalmış bir parkta toplanmış üç beş kişinin yanında gitmeye çekindiğimden, bir banka oturup arkadaşımı bekledim. Belki de hak görmüyordum kendimde orada olmak için. Önce şarkılar çaldılar hoparlöre bağlı bir telefondan. Bir büyük pankart açıldı, sonra Semira’nın sesi duyuldu hoparlörlerden. Genç ve güçlü bir kadının, meraklı ve hiç yenilmeyecekmiş gibi duran sesi.




Semira Adamu, Nijerya’da doğmuştu. Yani Akdeniz’in yanlış tarafında. Daha 18 yaşına gelmeden, 60 yaşında bir adamla evlendirmek istediler onu. Kaçtı. Herkes gibi, hepimiz gibi özgür olmak istiyordu. Ölmeden gömülmek, pis bir herifin üçüncü karısı olmak istemiyordu. Almanya’da gitmekti amacı. Ama yolu Belçika’ya düştü ve polis tarafından ‘farkedildi’. İşini gücünü yapmakta olan polis Semira’yı göçmenlerin hapsedildiği yere kapattı. ‘Centre de repatriement’ diyorlar bunların adına şimdilerde. Yani insanların geldikleri ülkeye geri gönderilmek üzere beklediği merkezler. Aslında biraz daha dürüst olsalar, hapishane diyecekler adına ama, insan haklarına olan sarsılmaz saygıları buna elvermiyor. İnsanın istediği zaman çıkamadığı yer, hapishane değil midir? Daha iyi bir hayat istedikleri için, kendi ülkelerinde istedikleri gibi cirit atan Avrupa’lıların ülkesine gitmek gibi cesur bir hayalin peşine takılıp gelmiş, okyanusların, denizlerin yanlış tarafında doğmuş insanlar.


Parkta insanlar Semira’nın notlarını okuyorlar. Konuşma yapan çocuk ‘bu notları okumak için Afrika’lı bir kadın istiyorum diyor. Semira’nın yirmi yıl önce yazdığı satırlara ses olmak için. Genç kadınlar eline mikrofonu alıp, Semira’nın notlarını okumaya başlıyorlar. Dünya’nın ağrısını 20 yaşında sırtlanmak zorunda kalmış olan Semira’nın yazdıklarını okumak için, 3-4 kişinin topluca kuvveti ancak yeterli oluyor. Ağlamaklı olup, mikrofonu birbirlerine veriyor, sonra tekrar güçlerini toplayıp yeniden başlıyorlar. Acının elden ele geçtiği bir bayrak yarışı bu. Semira’nın hayaleti aramızda geziyor, o küçük parktaki ağaçların yarattığı karanlıklar içinde bir varolup, bir yok oluyor.


Anlatılanlardan ve okunanlardan, Semira’nın herkese benzemediği anlaşılıyor. Anlaşılan o ki, Semira polislere, daha doğrusu yüce Belçika devletine ‘zorluk’ çıkartıyor, onu kapattıkları hapishanede haklarını talep ediyor, sessizce oturup kaderine razı olmuyormuş. ‘Burada beni bir saniye yalnız bırakmıyorlar’ diyor notlarında. ‘Hep peşimdeler. Bu bir yıldırma taktiği olmalı’. Ne telefon etmesine, ne tuvalete gitmesine, ne avukatını görmesine, ne ziyaretçi kabul etmesine izin veriyorlar. Ya da çok zor, kırk yılda bir. Tüm bunlara rağmen Semira sesini duyurmayı başarıyor, insanlar imzalar toplamaya, kampanyalar organize etmeye başlıyorlar. Yüzlerce insan, başvurmuş olduğu mülteci statüsünü alabilsin diye seferber oluyor.


Bu muydu Belçika krallığı denen bu küçük ülkeyi kızdıran? İlla ki daha iyi bir hayat istiyorum deyip duran bu Nijerya’lı kadında, kaderine razı olmayan tüm kadınların inadını gördüler de, onu mu ezmeye çalıştılar yoksa? Belki de bu soruları sormanın hiçbir anlamı yok. Dünya’nın kocaman çarkları, küçük insanları eziyor. Hepsi bu. Her hayat hikayesinin altına tek bir soru yatıyor: nerede doğdun? kimlerdensin? Medeniyetiyle övünüp duran dünya aslında işte bu kadar tembel, bu kadar bağnaz. Bu kadar acımasız.


Semira Adamu, kendisini zorla uçağa bindiren polis ve jandarmayla 5 kez boğuştu. Her seferinde uçaktaki diğer yolcuların, pilotların, STK’ların, avukatların veya içinde biraz insanlık kalmış olan kim varsa onların anlık müdahaleriyle, bu girişimler başarısız oldu. Tekrar umut etmeye başlamış mıydı? 20 yaşındaydı Semira, 20 yaşında olup da umut etmeyen birisi olabilir mi?


Semira Adamu, 22 Eylül 1998’de, 20 yaşında bir kadındı. Pis herifin birisiyle zorla evlendirilmek istemiyordu. Belki de hayatta o güne kadar bir tek bunu istemişti güclü bir isteyişle. Başka da bir isteği yoktu. Semira Adamu, 22 Eylül günü, 6. Sınırdışı etme girişimi sırasında, bir polisin yüzüne bastırdığı yastığın altında nefessiz kalarak can verdi.


Parktaki agaçların arasında Semira’yı anmaya gelmiş 10-15 kişi, bazen birbirlerine öyküler anlattı, bazen mikrafondan Semira’nın notları okudu, ağladı, kızdı, bağırdı, şarkılar söyledi. Polisin bir yastıkla öldürdüğü 20 yaşından bir genç kızın hayatından arta kalabilen ne varsa, ona tutunmaya çalıştı.


Bunlar olurken, neredeyse 10 dakikada bir, siyah özel time ait polis arabaları, polis otobüsleri sirenlerini sonuna kadar açarak parkın sağından solundan geçip durdu. Hızla, hırsla, birşeyler anlatır gibi. Polis, bu küçük toplantıya saat 10’a kadar izin vermişti. Saat 9.55’te polis arabaları parkın etrafına dolmaya başladı. 22.02’de de sirenlerini çalmaya, ‘hadi artık dağılın’ demeye başladılar. Belli ki Semira Adamu onları hala kızdırıyor, zihinlerini meşgul ediyordu. İstemiyorlardı insanlar Semira’yı hatırlasın, parklarda adını söylesin, hoparlörlerden sesini dinlesin. Belçika devleti, Semira’nın ve onun gibi nicelerinin hayaletiyle boğuşmaya devam ediyordu. Dünyanın çarkları dönüyordu, boğazımızda düğüm düğüm yangılar bırakarak.


Eylül 2020.

 En son  
 yazılar
bottom of page