top of page

Vajinasiz Kadinlar ve Giderek Azalan Kelimelerimiz

Yazi Radikal Gazetesinde farkli bir baslikla yayinlandi. Vajina lafi herkesi korkutuyor anlasilan. Beni bile korkutuyor olacak ki, isteyerek degistirdim bu basligi.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&ArticleID=1071964&Date=17.12.2011&CategoryID=132

George Orwell’in ‘1984’ adlı eseri, son derece otoriter bir rejimi anlatır. Bu rejim artık otoriter bile değildir aslında; ‘Büyük Birader’, yani her şeyi ve herkesi sürekli olarak takip eden güç öylesine nüfuz etmiştir ki hayatın her alanına, artık hayatın ta kendisi olmuştur. Bu sistemde yaşayan herkes, sistemin mutlak doğruluğuna yüzde yüz inanmaktadır. Bu artık, sistemin doğallaştığı noktadır, yani sorgulanmasına gerek bile görülmez, genel geçer ve zamandan bağımsız bir gerçeklik olarak kabul edilir. Büyük Birader’in en önemli dayanaklarından birisi de ‘Yenikonuş’ sözlüğüdür. Buna neden bu kadar önem vermektedir Büyük Birader? Çünkü George Orwell der ki: “Bir sözcük, asla sadece bir sözcük değildir. Bir sözcük, tanımladığı, nitelediği ve işaretlediği her neyse onun kadar güçlüdür. Adı olmayan şey, var olamaz.” Şöyle yazmış Orwell: “Yenikonuşun amacı, yalnızca dünya çapında bir tanımlar ortamı ya da Ingsos’un izlerine uygun düşüncel alışkanlıklar sağlamak değil, aynı zamanda düşüncenin tüm biçimlerini olanaksız kılmaktı. Çünkü düşünce sözcüklere bağımlıydı.” İşte bu yüzdendir rejimlerin kitaplar yakması, insanları susturmaya çalışması, pankart taşıyanlara saldırması... Kentlerin isimlerinin değişmesi, sokak adlarının silinmesi, yerlerine yeni isimlerin konması da bundan değil midir? Sözcükler, insanlar arasında köprüler kurar, başka sözcüklerle çarpışarak ve bütünleşerek daha da çoğalır. Yeni umutlara, yeni arayışlara, farklı dünyalara gebedir sözcükler. Oysa aksine, bir kelime yok olursa gündelik hayattan, zamanla hafızalardan da silinir ve taşıdığı tüm anlamlar, hayaller, umutlar ve derslerle beraber varoluşumuzun sınırlarından aşağıya düşer.

Sözcüğün kontrolü, düşüncenin ve bedenin kontrolüyle yakın paralellikler taşır. Hepsi de hiyerarşik düzenlerde, kontrolü elinde tutan kişi veya kurumların, kendileriyle aynı gücü paylaşmayanlar üzerinde hâkimiyet sağlama; daha da önemlisi, bu hâkimiyeti doğallaştırma amacına hizmet eder. Fransız düşünür Michel Foucault da, İtalyan siyaset felsefecisi Antonio Gramsci de buna benzer şeylerden bahsetmişlerdi. Michel Foucault, Jeremy Bentham’ın ortaya koyduğu ‘panoptikon’ fikrini bir metafor olarak kullanıyordu. Bentham’ın ‘panoptikon’u, hapishanelerde herkesi ve her şeyi gören ama kendisi görünmez olan bir merkez noktasıdır. Mahkûmlar, sürekli izlendiklerini bildiklerinden olması gerektiği gibi davranırlar. Foucault da tam bu noktada devreye girer: Mahkûmlar disipline edilmiştir artık; her şeyi gören göz olmasa da, izlenmeseler de izleniyormuş gibi davranmaya devam ederler. Bu, Antonio Gramsci’nin ‘hegemonya’ dediği duruma da uygundur. Hegemonya, bir düşünce biçimini, kendisinin olmadığı halde kendisininmiş gibi sahiplenmektir; kaçınılmaz biçimde içselleştirilmiş bir kontrol duygusudur. Bu yüzden hegemonya, otoritenin görünmez olmuş, doğallaşmış halidir. ‘Panoptikon’un mahkûmlar üzerinde hegemonyası vardır, tam da bunu unuttukları için.

Özgürlüğün koşulu kelime

Türkiye’de de sansür, giderek hayatımızın bir parçası haline geliyor. Yasaklı kelimeler listemiz, sansürlü internet sitelerimiz, kitaplarımız var. Ve ne yazık ki bu durum giderek normalleşiyor, bir hegemonya haline geliyor. Bunun örneklerini kendi algılarınızda arayabilirsiniz. Ne zamandan beri filmin ortasına iliştirilmiş karecikli sansür dikkatinizi çekmez oldu? Bir kanalın, bu durumun gülünçlüğünü vurgulamak için yaptığı, sigara görüntüleri üzerine yapışmış rengârenk çiçekler ne zamandır gülünç olmaktan çıkıp normal gelmeye başladı size? İşte işin paradoksu da tam bu soruya vereceğiniz yanıtta saklı. Normalleştikçe bizi rahatsız etmeyecek bu sansür, bizi rahatsız etmedikçe de normalleşmeye devam edecek.

Peki medyanın algıları ne âlemde? Yabancı dil konuşan izleyicilerin mutlaka fark etmiş olması gereken bir örnek vereceğim. Altyazılı olarak yabancı programlar gösteren bir kanal, bir süredir programlarını sansürlüyor. Seks içerikli konuşmalar, uyuşturucu maddelere gönderme yapan diyaloglar altyazılarda değişiyor, ‘yumuşatılıp’ uygun hale getiriliyor. Geçen gün aynı kanalda kadın, vajinasına dövme yaptırdığından bahsediyordu. Tabii ki altyazılar, ‘vajina’ kelimesini sistematik olarak yok sayıyordu. Vajinaya yapılan dövme, bir anda dövmeye dönüşüyordu. Seyirci, edilgen bir halde, bölük pörçük, filtrelenmiş, terbiye edilmiş, bağlamında, bütünlüğünde hasarlar olan bir gerçekliği kabul etmeye zorlanıyordu, bunun farkında bile olmadan...

Akla iki soru geliyor: Birincisi, bu bir otosansür mü, yani disipline edilmiş bir mahkûmun davranışı mı, yoksa dışarıdan doğrudan baskıyla gerçekleşen bir uygulama mı? İkincisi, ‘vajina’ kelimesinin neresi sansürü davet ediyor? İki konu da yukarıda bahsettiğim her şeyle birebir alakalı. Sansürcü mantık, ‘vajina’ kelimesini ‘uygunsuz’ buluyorsa eğer ve neredeyse teknik olarak hiçbir art anlamı dahi olmayan bu tıbbi kelimeden bile rahatsız oluyorsa, nasıl bir dünya düşlüyor acaba? Nasıl bir dünyayı uygun görüyor televizyon izleyicisine? Kadınların vajinalarının olmadığı bir dünya olsa gerek bu. Her türlü cinsel, politik, sosyal şiddete maruz kaldığı bu toplumun televizyonlarında, kadının bir de cinsel organından mahrum bırakılıyor olması bir tesadüf olabilir mi?

İnsanların kelimelerden, kadınların ve erkeklerin vajinalardan ‘korunduğu’, kısır ve kısıtlı bir toplumda yaşamak istemiyorsak eğer, bu normalleşmeye karşı gelmeli, sansür konusunda her zaman duyarlı olmalıyız. Unutmayalım ki kelimelerin sansürlenmesi hiçbir zaman tesadüfi veya teknik değildir. Hangi kelimeleri ‘uygun’, hangi kelimeleri ‘zararlı’ gördüğümüz, kimliğimiz, hayat görüşümüz ve ortaya koyacağımız her şeyle birebir ilgilidir. Bu, toplumlar için de siyasi iktidar için de böyledir. Bu nedenle kelimelerimize sahip çıkalım. Çünkü kelime, düşüncemizin filizlendiği topraktır. İnsanlığımızın en büyük kanıtı, özgürlüğümüzün ilk koşuludur. Çünkü düşünce kelimeye bağımlıdır.

George Orwell, (2011-30.Bsm), 1984, Can Yayınları. İstanbul (Çev: Nuran Akgören)

 En son  
 yazılar
bottom of page