top of page

Adını bilmeden içini görmek

Cumartesi günü, tam olarak ne beklediğimi bilmeden, ‘Eye Contact Experiment’a katılmaya gittim. Dünyanın birçok şehrinde düzenliyorlar bu deneyi. Türlü türlü, çeşit çeşit insan, kamuya açık bir alanda yerlere oturuyor, karşılarındaki yabancıyla göz teması kuruyorlar. İstedikleri kadar sürebilir bu, ama bir dakika diyor tanıtımlarda. Bir dakika boyunca, bir yabancının gözlerine bakmak. Bir dakika boyunca bir arkadaşın, bir annenin, bir sevgilinin bile gözlerine bakmadığımız için, insana korku veriyor bu. Gözlerden ne kadar da korkuyor, çekiniyoruz.

Gözlere kayıtsız bir insan, bir kültür var mı? Göze gelmek, gözlerinin feri gitmiş, gözünün içine baka baka yalan söyledi, gözü kalmış, gözden düşmek, gözümün bebeği. Pek çekindiğimiz, ama har daim çözmeye çalıştığımız o tuhaf şey. Karmaşık fiziksel yapısının yanında, bir de arkasında sakladığı karanlıkla insanı ele geçiren, sınırsız bir bilinmez.

Place de la Monnaie’nin önünde bağdaş kurup oturmuş yüz kadar insanı görünce gülümsüyorum. Hepsi sessizce oturmuş, karşılarındaki insana bakıyorlar. Hava güzel, tam tepede güneş parlıyor. Gelip geçen insanlar merakla izliyorlar. Yanaşmaya cesaret edemeden. Az ilerdeki alışveriş merkezleri ve dükkanlarla dolu, insanlarla hıncahınç kaplı sokağa tam bir tezat yaratır şekilde, sevimli bir sessizlik hüküm sürüyor burada. Arada sarılan, birbirine dokunan, alçak sesle konuşan insanlar görüyorum. Sanki insanlardan oluşan bir kütle gelip oturmuş meydanın ortasına, toplamı parçalarından biraz daha büyük olan. Yanıma bir kız geliyor, denemek ister misin diye soruyor. Tamam diyorum. Diğer gövdelerin arasında bulduğum bir boşluğa oturuyorum, o da gelip tam karşıma oturuyor. Havadan sudan sorular soruyoruz birbirimize, neredensin, ne kadardır buradasın, neden bugün buraya geldin, vesaire. Ben içimden, bu mu acaba deney diye düşünüyorum. Bir süre daha konuştuktan sonra, tamam diyor, artık başlayalım. O anda anlıyorum ki aslında sadece biraz ısınıyormuşuz birbirimize.

Sonra sustuk. Önce çekindim, gözlerimi kaçıracağım, güleceğim diye korktum. Sonra ona bakmaya devam ettim. Kısa süre sonra onu görmeye başladım, sanki bir bulut dağıldı, bir sis perdesi aralandı, daha önce onu ve şimdiye kadar baktığım diğer her gözü saklayan. Güzel şekilli, simsiyah parlıyorlardı, merak ve iyi bir niyetle bakıyordu bana o bir çift siyah göz. Sonra sanki kız da, diğer her şey de kayboldu ve sadece o gözler ve arkalarında saklı esas şey kaldı geriye. Bir sokak müzisyeninin çaldığı müzik geldi kulağıma, can yakmadan o anın içinde süzüldü. Hisler kabardı içimde, değişik değişik, bir dizi his. Kimisi bir gülümseme gibi geldi içimden, kimisi derinden bir anlayış. Gözlerim dolmaya başladı sonra ve karşıdaki gözlerin de kenarlarında bir kıpırtı, bir berraklık hissettim. Kendimi tuttum. O da kendini tuttu. Bunu biliyorum çünkü birbirimizi görüyorduk o sırada. Çünkü birbirimizin varoluşunun en kestirme, en dolambaçsız haline bakıyorduk. Rahat hissettim sonra, sanki orada, o siyah gözlere bakarak saatlerce oturabilirmişim gibi geldi. Ama durmak gerektiğini hissettim artık, çünkü alışveriş tamamlanmıştı. Söylenecek başka bir şey yoktu. Sonsuzca uzanan savanada karşılaşıp, birbirini tartan ve sonra da yoluna devam eden iki vahşi hayvan gibi. Birkaç kelime söyledik birbirimize. Gözlerin zengin müziğinden sonra kısır ve çaresiz kalmış, yetersiz, çarpık çurpuk kelimeler. Bir görevi yerine getirmek, bir boşluğu doldurmak için söylenmiş çelimsiz şeyler. Sonra ayrıldık.

Arada sırada aklıma geliyor. Adını bilmediğim, ama ruhunun içindeki berrak derinlikleri gördüğüm Portekizli bir kızla tanıştım ben bu Cumartesi günü. Sanki korkularını anladım ve içinde taşıdığı ümitleri tanıdım. Geriye bir şey kalmadı sanki anlaşılacak. Her şey oradaydı. İki tane siyah gözün içinde. Her şey ne kadar basit, ve ne kadar da karmaşık.


 En son  
 yazılar
bottom of page