top of page

İçi her şeyle dolu bir boşluk

Karanlığın önemi ile ilgili bir yazı okudum. Şehirlerde büyüyen, giderek doğadan kopan insanın içler acısı halini. Dünyanın her yerini ışıklarla donatmış insanoğlu, samanyolu’nu sadece kitaplardan, görsellerden biliyor artık. Amerika’daki insanların yüzde sekseni samanyolunu görmemiş. Elektriklerin hiç kesilmediği, geceleri de gündüzleri kadar aydınlık ve doğanın ritmine yabancı şehirlerde birike birike insan, karanlığın anlamını unutmuş işte. Ama en önemlisi kendisini evrenin geri kalanına bağlayan, bitmeyen, ucu ve başı olmayan o hikayenin bir kenarına iliştiren, zaman zaman içini şişiren o tuhaf duygudan mahrum kalmış.

Gecenin sonsuz ıssızlığında yıldızlara bakıp, kendi küçüklüğüne teslim olmamış bir insan, kendisini tanıyabilir mi? Bilmediği, ancak aklın alamayacağı kadar küçük bir kısmını kavrayabildiği o tanıdık ama ürkütücü sessizliğin dibinde oturup, yukarı bakmamış bir insan, gerçekten insan mıdır ki zaten?

Dünyadan geçmiş tüm insanlar gökyüzüne baktılar. Ondan korktular, ona hayran oldular, karanlığı-ışığın yokluğunu hikâyelerle, cennet ve cehennemle açıkladılar. Çocuklarını karanlıkta gezinen canlıların tanıdık hikayeleriyle korkuttular. Kendilerinin de küçükken dinlediği hikayelerle.

Artık bunların hiçbiri yok. Tanrının ve rüyaların terk ettiği, her daim ışıklı panolar ve göstergelerle dolu bir dünyada rahatsız, bölük börçük uykulara mahkum insan. Belki ondan bu arayışı, tamamıyla ışıksız ve ses geçirmez bir odada, kendi vücut sıcaklığına ayarlanmış tuzlu suda bir saat oturabilmek için 100 dolar ödemeye razı oluşu. O karanlığı arıyor, hala, ruhunun derininde, genlerine işlemiş bir yerde, internetin ve diğer tüm vızıldayışın erişemediği, çok çok eski bir köşesinde varlığının, belki de bilmeden hatırlıyor.

İnsanı korkuttuğu kadar cezbetmedi mi karanlık? Gecenin kucağında devinip duran bu esrarengiz ışıklar insanı çıkardı güvenli mağarasından ve ona hikayeler söyletti. Matematiği, aritmetiği, felsefeyi ve belki de diğer tüm bilimleri düşünebilmesine vesile oldu. Belki de tüm yaptıkları, kendisiyle kavgasının en büyük sebebi buydu. O tuhaf şeylerin, rüzgarsız bir gecede denizin dibinde parlayan diğer esrarengiz şeylere benzeyen o ışıkların hikayesini çözebilmek. Evet, bugün insanlık gökyüzünü hiç tanımadığı kadar tanıyor. Galileo’nun hayal bile edemeyeceği sırlarını çözdü karanlığın. Ama bunlar hep uzakta, atmosferin dışında olup bitiyor artık. Bir grup insanın merakı ile devinip duruyor. Sokakta kendi hayatını yaşayıp giden insanın artık ne yıldızlardan haberi var, ne de yıldızların beslediği merak hissinden.

İşte o merakı yitirmiş bir insanlığın bugün geldiği nokta şaşırtıcı mı?

Kendini büyük bir ovanın ortasında, çıplak ve savunmasız, karanlığın haşmetli kucağında, hayranlık, bilinmezlik ve korkuyla minnacık bulmamış insanın, gezegenine saygı duyması mümkün mü?

Kendimi şanslı sayıyorum. Üçüncü dünya altyapısı sağ olsun, sık sık kesilen elektrikler, özellikle de yaz geceleri, o muhteşem samanyolunu seriverirdi gökyüzüne. İnsan nereye bakacağını şaşırır, odaklanamazdı bile.

İçini anlatılamaz bir telaşla sarsan o gökyüzü. Kendinden daha büyük, çok daha büyük bir şeylerin inkar edilemez kavranışındaki o mahcup kabulleniş.

Varoluşun alçakgönüllü hüznü.

Artık tüm yolları aydınlatılmış, elektriklerin asla kesilmediği bir ülkede yaşıyorum. Rüyalarım ve gecelerim bölük börçük, sahipsiz. Karanlığı gördüğüm tek an, eğer denk gelirse, yaz gecesi, insanın otoyollarla böldüğü bir ormanın kıyısında durup, içeri baktığım zaman. Ağaçların arasında bir hiçlik nefes alıyor sanki. İçinde her şeyin saklı olduğu bir yokluk gibi. Sabırlı ve sessiz. Korkunç ama bir o kadar da tanıdık. Bilmeden biliyorum, tüm korkuların ve kabullenişlerin özü orada.

Varoluşun alçakgönüllü hüznü.

Bu yazıyı yazmama vesile olan makaleye buradan ulaşabilirler, meraklılar.

 En son  
 yazılar
bottom of page