top of page

Güney Ege'de Ahşap bir iskele

Sadece denizden ulaşılabilen restoranın ahşap iskelesinde oturuyorum. Burada yollar, arabalar, gizli patikalar yok. Sadece deniz karar veriyor kimin burada kalıp, kimin buradan gideceğine. Bulunduğum küçük koy, hiç çaba sarfetmeden, bir anda patlayıveren bir yeşil demetiyle maviye doğru fışkırıyor. Ve başka hiç birşey yok. Sadece gözyüzüyle çarpışıp duran mavi ve içinde esrarengiz fısıltılar saklayan sık, koyu yeşil bir orman.

Deniz altımda unutkan ve sakin. Minik dalgarın uçlarında bir belirip bir kaybolan pırıltıları seçebiliyorum. Bir gün, bir adamın buraya müşteri çekmek umuduyla dikkatsizce birleştirdiği tahta parçalarının arasından parlayıp duruyorlar. Burayı işleten aile de, gün be gün ufukta belirip kaybolan beyaz tekneler gibi, sabah gelip, gece kayboluyor. Her gün, usanmadan. 2009 yılının yazında bu restoranı işleten aile ve gezegenin bu tarafında seyretmekte olan beyaz yelkenliler, günü birlik paylaşıyorlar zamanı.

Yeni bir ülkede yeni bir hayata başlamak için işimi bıraktım. Eşyalarımı kutulara koydum, gerisini de sattım. Çok sevdiğim Istanbul’uma elveda dedim ve şu anda bulunduğum noktada sadece yazın tadını çıkarıyorum. En sevdiğim mevsimin. Hiç bir tasam olmadan, bankada biriktirdiğim para ve bir kaç hafta içinde başlayacak olan yeni hayatımın düşleriyle. Şimdilik sadece bir bilinmezden ibaret olan, bana henüz okumadığım bir kitabın ilk cümlesi kadar yabancı olan yeni hayatımın.

Dün gecenin rakısından başım ağırlaşmış. Yaz akşamları içki içmek daha mutlu oluyor, şehrin asla susmayan ışıklarından saklanmayan yıldızlar altında, burada, yaz akşamları, daha mutlu. Yıldızlar burada ne kadar da çoklar, ne kadar arsız. Ne kadar bonkör.

Sabahın erken saatleri ve ben Güney Ege’de sadece denizden ulaşılabilen bir restoranın sahipleri tarafından yapılmış ahşap iskelenin üzerinde oturuyorum. İskeleye bağlı birkaç tekne var. Minik dalgaların üzerinde neredeyse görünmez bir hareket içindeler. Gidiş gelişleri halatları bir geriyor, bir salıyor, hiç durmadan, üşenmeden ama asla çok fazla zorlamadan.

Sabahın erken saatleri ve ben Güney Ege’de yelkenlilerin bağlı olduğu ahşap bir iskelede oturuyorum. Dünyanın bu unutulmuş, her köşesi birşeylerle doldurulmamış gizli yerini benimle paylaşmakta olan, bu yüzden de yabancı değil de, tanıdık olmuş olan insanlarla beraber.

Ahşap iskelede oturuyorum kendi kendime şöyle düşünüyorum: 27 yaşındayım ve bu hayatımın doruk noktası.

Teknelerin birinin kıç tarafında 60 yaşlarında bir adam beliriyor. Gözlerimle tekneyi tarıyorum, minik bir Fransız bayrağı bana aradığım cevabı veriyor. Sonra tekne’de oturmakta olan kadını farkediyorum. Uzun ve neredeyse gri saçları, ve sadece kendini denizin karnına atmış insanlarda görülen yanık, sert, kalınlaşmış bir derisi var.

Adam kadına dönüp, neşeli ve şakacı bir sesle, ‘je vais chercher du ekmek’diyor. Fransızca kelimeler arasında ekmek kelimesini seçiyor ve gülümsüyorum. Adam da kadın da gülümsüyorlar. Kadın bakışlarını önündeki kitaba gömüyor tekrar ve adam iskeleye çıkıyor, yanımdan geçerken ‘bonjour’ diyor.

Teknelerine bakıyorum. Bu kocaman evrende ne kadar yer kaplıyor olmalı? 15 metrekare mi? Küçücük ama bu iki insan için bir o kadar da tanıdık olan 15 metrekare. Birbilerine katlanmayı çok iyi bilen ve bu 15 metrekarede başbaşa aylar geçirmekten korkmayan iki insan. Ne kadar iyi arkadaş olmalılar! Diye geçiriyorum aklımdan. İnsanın karşısına hayatta bir defa çıkan cinsten arkadaşlar. Haber vermeden çıkıp gelen, üzmeyen ve akarcasına durup duran cinsten arkadaşlar.

Sonra başbaşa göğüs gerdikleri zorlukları düşünüyorum. Kimbilir kaç yılını beraber geçirdikleri bu hayatın güzel ve sevimsiz süprizlerini, mutlu günleri ve insanın kalbine filler oturtan kırgınlıkları, sadece geriye dönüp bakınca anlam kazanan bütün o küçük anları…

İki iyi arkadaş olarak, Fransa’dan Türkiye’ye oradan da kimbilir nereye bir yelkenli ile seyahat etmekte olan iki kişi. Maviler ve patlaya patlaya ortaya çıkıveren yeşiller ve geceleri yıldızlar altında. İşte buradalar, beraber, şakalar yapıyor ve sabahları ahşap iskelelerin ucuna iliştirilmiş salaş restoranlardan sıcak ekmekler alıyorlar. İşte buradalar, ikisi, erken ama şimdiden çok sıcak bir Temmuz sabahında, Güney Ege’de, güneşin mahvettiği derileri ve kalabalıklar arasında birbirini arayan ve her seferinde bulan mavi gözleriyle. Birbirbini kalabalıklar arasında şevkat ve biraz da hışımla bulan iki çift mavi göz.

Çünkü aşk şevkatli olduğu kadar hışımlıdır da.

Ve kendi kendime şöyle düşünüyorum: bu, hayatlarının doruk noktası!

 En son  
 yazılar
bottom of page